16 Aralık 2012 Pazar

Küçük Prens

Yazar: Antoine de Saint-Exupéry 

Sayfa Sayısı: 96

Dili: Türkçe (Orijinali Fransızca)
Yayınevi: Mavibulut Yayıncılık








           Küçük Prens'in içinde yazarın onlarca sulu boya çizimi var ve hepsi kitaptaki bir olayla alakalı. Küçük Prens için resim yapmak istedim, çünkü kitabı anlatmanın en iyi yolunun yazarın çizimleri olduğunu düşündüm. Resimleri ben, Esra, Ege Can ve Ekin hazırladık.


İlke





"Dördüncü gezegen bir iş adamınındı. Bu adam işine öylesine dalmıştı ki, Küçük Prens geldiğinde kafasını bile kaldırmadı."

Resimdeki iş adamı, hiç durmadan sahip olduğu yıldızları sayar. Küçük Prens onlara sahip olup ne yaptığını sorunca zengin olduğunu, zengin olmasının da daha çok yıldıza sahip olmasını sağladığını söyler İş Adamı. Aslında yazar, burada insanların gerçek hayattaki  sahip olma tutkularını eleştirir.

İş Adamı, bir keresinde şöyle der: "... Sahipsiz bir elmas bulursan, senindir. Sahipsiz bir ada bulursan, yine senindir. Bir fikri ilk kez sen ortaya atarsan, hemen patentini alırsın; senindir. İşte, bu yıldızların sahibi de benim, çünkü, benden önce kimse onlara sahip olmayı aklına bile getirmedi." İnsanların da gerçekte yaptığı bu değil midir zaten? Bir şeyler düşünüp, ilk bizim aklımıza geldiği için patentini alıyoruz ve bizim oluyor. Birisi fikrimizi kullanmak istediğinde de para karşılığı kullanma izni veriyoruz. İş Adamı, yıldızlarının sayısını not ediyor ve bu notların yazdığı kağıtları çekmeceye kilitliyor, böylece bankaya yatırmış oluyor varlığını. Küçük Prens ise her gün suladığı bir çiçeğe ve her hafta temizlediği üç volkana sahip ancak İş Adamı'ndan bir farkı var; onun eşyalarına yararı dokunuyorken, İş Adamı'nın tek yaptığı yıldızlara sahip olmak ve sahip oluşundan dolayı mutlu olması ve yıldızlarına hiçbir yararı yok. Tıpkı bizlerin de yaptığı gibi, sadece sahip olmaktan zevk alıyor.




Bu resimdeyse Küçük Prens, bir gül bahçesine gelir. Küçük Prens'in kendi gezegeninde kendisinden başka bulunmadığını söyleyen bir çiçeği vardır ve bahçedeki güllerin kendi çiçeğinin aynısı olduğunu gören Küçük Prens, sahip olduğu şeyin sıradan bir gül olduğunu düşünür ve çok üzülür ve otların üzerine uzanıp ağlamaya başlar. Der ki: "Eşi benzeri olmayan bir çiçeğim var diye kendimi zengin sanıyordum. Halbuki, sahip olduğum sıradan bir gülmüş. Bir o, bir de bacak kadar üç volkan. Üstelik biri, belki sonsuza kadar sönmüş kalacak: Hiç de büyük bir prens değilmişim..." 



Esra

‘Küçük Prens daha sonra, her gün elimizi yüzümüzü yıkadığımız gibi küçük gezegene çeki düzen vermek için, baobab fidanlarını söküp atmayı iş edindiğini, bu işin oldukça sıkıcı olmasına karşın kolay bir uğraş olduğunu anlattı. Sonra benden, bizim oradaki çocuklara göstermem için bu olayı resimlememi istedi’
Ben de bunu resmettim; çünkü bizim oradaki çocukların baobab ağaçlarını sökmeye olmasa da işlerini yarına bırakmamak konusunda özellikle hassaslık göstermeleri gerekiyor tıpkı Küçük Prens gibi. Yoksa bu çok kötü sonuçlar doğurabilir.











-Sayın kralım müsaade buyurursanız güneşin batışını görmek isterim... Hatırım için güneşe emredin de batsın.
Kral:
-Ben bir generale kelebek olup bir çiçekten diğerine uçmasına veya bir deniz kuşu olmasını emretsem ve general bu emrimi yerine getiremese suç kimde olur, onda mı, bende mi?
Küçük Prens hiç çekinmeden:
-Sizde, dedi
-Tamam, o halde herkesten yapabileceği, yerine getirebileceği şeyi istemeli. Otorite her şeyden önce usa dayanır.
Kral otoritesinin tüm evren üzerinde olduğunu söylüyor ama onun yaptığı şey sadece zaten herkesin kendi istekleriyle yaptığı şeyleri onlardan istemek. Bu otoritenin aka dayanmasından çok kendini kandırmak; çünkü bir generale deniz kuşu olmasını emredemezsin ama ordusunu nereye yönlendireceğine sen karar verip ona emredersin. Ordusunu zaten kendi yönetiyorsa ve o ileri götürüyorsa ordusunu sen ona öne sür desen de bir şey değişmez; çünkü insanlar istediklerinin yerine getirilmesi için emir verirler. Aslında hep rastlarız hayatta kral gibi insanlara mutlu hissetmek için kendilerini kandırırlar. Ah şu yetişkinler ne garipler.












Gökçe

Bir ağaç gibi usulca yere yığıldı.
Böyle bir vücudu evine kadar taşıması olanaksızdı. Yılanla da bu yüzden anlaşmıştı Küçük Prens. Bu gece vücudunun özü evine gidecekti. Vücudu bir kabuktu sadece. Ölü gibi gözükecekti ama yalandı. Evine gidiyordu Küçük Prens. Tam bir yıl sonra.









Dikenler ne işe yarar?
Elbette işe yarar dikenler. Küçücük narin çiçeklerin amansız savaşçısıdır onlar. Çiçeğini bırakıp gelmişti Küçük Prens. Bundan dolayı biraz pişmalık duyuyordu ama geldiği gezegende gökyüzünde ki o ışıkta çiçeğinin olduğunu biliyordu.








Ekin

Yazar 1 numaralı resmini çizdikten sonra sanat şaheserini büyüklere gösterip onlara, resimden kokup korkmadıklarını sorar. Fakat ''Şapkadan kim korkar?'' cevabını alır.Ama bu bir şapka resmi değildir.Yazar aslında fil yutmuş bir boğa yılanını resmetmiştir. 
1 numaralı resmin anlaşılmaması üzerine yazar büyüklere her şeyi açıklamak gerektiğinden 
yakınarak 2 numaralı resmini çizer. ama büyükler bu resmi gereksiz bulur ve ona yılan çizmeyi
 bırakıp kendisini daha faydalı alanlarda geliştirmesini söylerler. Eğer insanlara 1 numaralı 
resmi gösterip ne olduğunu sorarsanız büyük çoğunluğu kitaptaki büyükler gibi şapka cevabını 
verir. Kitabı okumamış olsaydım ben de bunun bir şapka resmi olduğunu söylerdim çünkü 
gerçekten şapkayı andırıyor. Ama yazar bunu tamamen farklı bir şeyi fil yutmuş bir yılanı 
düşünerek çizmişti. Herkesin hayal gücü farklıdır. Psikologlar bazen hastalarına sorunlarının
 ne olduğunu anlayabilmek için karmaşık şekiller gösterirler her hasta bunu farklı bir şeye 
benzetir bu test psikoloğun sorunu anlamasına yardımcı olur.


Bence 1 numaralı resim de mürekkep testleri gibi kimisi dağ diyor kimisi şapka belki de bazısı yazar gibi düşünüyor sonuçta herkes kendine göre yorumluyor bu garip kahverengi resmi. 2 numaralı resim ise çok açık çünkü diğer resmi açıklamak için yapılmış. Kısacası yazar 2 numaralı resim 1 numaralı resmin büyüklerin dünyasına uyarlanmış, açık hale getirilmiş şekli.Buradaki büyük kavramı yaşı büyük insanları değil hayal gücünü kullanmayan insanları niteliyor. Eğer böyle biriyseniz durun ve düşünün orada bir yerlerde bir ses mutlaka bu hayatın yeterince eğlenceli olmadığını söylüyordur yeter ki dikkatle dinleyin.








Ege Can


Bu gezegen şu ana kadar gördüğüm en küçük gezegendi. Üzerinde yalnızca bir sokak feneriyle bir fenerciye yer vardı. Bu adamın diğer gezegenlerdekilere benzemediğine karar verdim. Hiç olamazsa bir şeyler başarıyordu. Feneri yakmakla, bir yıldız daha veya bir çiçek daha doğuyordu. Söndürmekle ise çiçeği veya yıldızı uyutmuş oluyordu.

Fenercinin gezegeninde her dakikada bir yeni bir gün başlıyordu. Her gece olduğunda feneri yakmak her sabah olduğunda da feneri söndürmek zorundaydı. Bu nedenle durmadan çalışıyor hiç uyuyamıyordu. Önceden gezegende günler daha uzunmuş. Fenerci sabahları dinlenip geceleri uyurmuş. Ama gezegen zamanla daha hızlı dönmeye başlamış. Sonunda gezegen dakikada kendi etrafında bir tur atıyor, gezegenin her turunda gezende bir gün yaşanıyor. Fenerciye niçin uyuyamadığı halde hala çalıştığını sordum. Bana emrin böyle olduğunu söyledi. Zavallı fenerci durmadan çalışmak zorunda. Ona verilen emre ve emri veren kişiye bağlı bir şekilde çalışıyor. Ama sanırım ona bu emri veren kişi, fenerciyi fenercinin kendisini sevdiği kadar sevmiyor. Evet emri ilk verdiği zamanlar fenerci rahatça yaşayabiliyormuş ama şimdi gezegen daha hızlı dönüyor. Bu nedenle fenerci emre uymak için uyumadan çalışmak zorunda. Bence emri veren kişi fenerciyi sömürüyor. Fenerci bunu anlamasın diye emri değil sadece koşulları değiştirmiş. Yetişkinleri anlamıyorum. Neden her zaman daha fazlası için başkalarını sömürüyor.

Eğer bu gezegende iki kişilik yer olsaydı fenerciyle dost olurdum ve güneşin batışını yirmi dört saatte bin dört yüz kırk kere seyrederdim.




15 Aralık 2012 Cumartesi

Baba ve Piç

Yazar:Elif Şafak

Sayfa Sayısı: 416
Dili: Türkçe

Yayınevi: Doğan Kitap         







Kitap Özeti

         Baba ve Piç, gayr-i meşru çocuğunu aldırmak üzere doktora giden Zeliha'nın bundan vazgeçmesiyle başlar. Bebeği aldırmayınca Asya adında bir kızı olur ve Asya'nın babasının kim olduğunu Zeliha ve ablası Banu dışında (cinlerinden "Ağulu Bey" adında olanından öğrenir ama bunu hiç kimseye söylemez) kimse bilmez. Zeliha'nın ailesi (Kazancılar) ağabeyi Mustafa dışında kadınlardan oluşur; Mustafa dışında ailedeki tüm erkekler genç yaşta vefat etmişlerdir. Mustafa ise Amerika'da Rose isimli bir kadınla evlidir ve Armanuş Çakmakçıyan adında bir üvey kızı vardır. Rose'nin Mustafa ile evlenmesinin asıl sebebi, eski eşi Barsam'dan eşinin tehcirden sonra Türkiye'den ABD'ye göçen ailesi Çakmakçıyanlar'dan dolayı boşanmış olması ve onlardan intikam alma isteğidir. Bu isteğini gerçekleştirebilmek için bir Türk'le evlenme fikrini düşünmüştür. Zaten Rose, kızına "Amy" diye hitap eder ki buradan kızına "Armanuş" adını veren Çakmakçıyanlarla arasının iyi olmadığı anlaşılabilir. 

          Armanuş, çocukluğu ve genç kızlığı boyunca hem annesi hem de babasıyla yaşayarak iki ailenin farklı fikir ve gelenekleriyle büyür. İki taraftan da gördüğü baskıdan dolayı kendi kimliğini bulmakta zorlanan Armanuş, köklerini öğrenmek üzere ailesinden habersizce üvey babasının İstanbul'daki evine gelir. Evin sahibi olan Kazancı ailesi yedi kadından oluşur; Asya, annesi Zeliha, teyzeleri Feride, Cevriye, Banu, anneannesi Gülsüm Nine ve Gülsüm Nine'nin üvey kayınvalidesi Cicianne. Kazancı ailesi, İstanbul'a gelen Armanuş'u çok sıcak karşılar, zaten Asya, Armanuş'la yaşıttır. Armanuş, orada bulunduğu zaman boyunca her fırsatta tehcir konusunu açar. Asya ve Armanuş birlikte İstanbul'u dolaşır, Şuşan Çakmakçıyan'ın kaldığı evi ararlar. Evi bulamasalar da arkadaşlıkları ilerler. Asya, Armanuş'u sıkça gittiği Cafe Kundera'ya götürür ve Armanuş, oradaki arkadaş grubu ile de tehcir konusunda tartışır.

          Armanuş İstanbul'dayken babaannesi Şuşan Çakmakçıyan ölünce gerçek ortaya çıkar; Kazancı ve Çakmakçıyan aileleri akrabadır. Şuşan Çakmakçıyan, Levent Kazancı'yı doğurduktan sonra kaçmıştır ve Çakmakçıyan ailesinin babaannesidir, bu şekilde iki aileyi birbirine bağlar. Mustafa, çok istemese de Rose ile birlikte İstanbul'a gelmek zorunda kalırlar ve Mustafa, gelişlerinin üçüncü günü ölür. Mustafa'nın ölmesiyle Zeliha kızına gerçeği açıklar: Mustafa, Zeliha'ya tecavüz etmiştir ve Asya'nın babasıdır. 


Söyleşi


“TÜRKİYE BABA ARAYIŞINDA”

Haberposta: Kitabınızın adı neden “Baba ve Piç”? Piç’in ikinci bir anlamı daha var, bunu göz önünde bulundurdunuz mu?

Elif Şafak: Türkiye, her alanda “baba” arayışında olan, her sahada “baba” ihtiyacı duyan bir toplum. Bu edebiyatta da böyle siyasette de sporda da. Ben de o egemen “baba” kurgusunu tersine çevirmek, yanına piçi ekleyerek alaşağı etmek istedim. Öte yandan “piç” kelimesinin ikincil bir anlamı var. Bilhassa bu yan anlamını düşünerek kullandım. Zira romanda anlatılan Asya’ya çok uygun bir kelime bu anlamda, o da ana gövdeden umutsuzca sapmaya çalışan bir sürgün dalı. Ama bizde daha çok piç kelimesinin birincil anlamı üzerinde duruldu. Hatta bundan çok rahatsız olanlar oldu. Oysa tuhaf olan, kitapta piç kelimesi görmeye tahammül edemeyen insanların kendi gündelik hayatlarında bu kelimeyi gayet rahat kullanıyor olmaları!

“BABAMLA İLİŞKİM YOK Kİ”

Haberposta: Babanızla ilişkinizin kötü olmasının kitap ismini ortaya çıkarttığı söyleniyor. Olabilir mi?

Elif Şafak: Babamla ilişkim kötü değil, babamla ilişkim yok ki kötü olsun. Benim için “baba” kelimesinin sözlük anlamı “boşluk”tur. Boşluk ise “kötü”den farklı bir şey. Öte yandan, elbette yazarların kendi çocukluğu, kendi benliği de sızar yazıya ama benim için edebiyat kendini anlatmanın aracı olmadı hiçbir zaman. O yüzden bu da benim hikayem değil.

Haberposta: Kadınlar üzerine gelişiyor kitap. Erkekler kitabınızda pasif. Hatta ortada yok. Kadınlar dul. Neden?

Elif Şafak: Bu benim yedinci kitabım, altıncı romanım. Her roman gerek üslup gerekse içerik bakımından birbirinden tamamen farklı. Romanlarımdan her birinin gerek içerik gerekse üslup bakımından birbirinden çok çok farklı olduklarını düşünüyorum. Zira benim hayatımın farklı dönemlerinde, farklı ruh halleriyle yazıldılar. Kendini zaman içinde tekrarlayan bir yazar sayılmam. Hayatta başıma hep bela olan tutarsızlığımın ve değişkenliğimin belki de tek faydası budur bana. O yüzden “Baba ve Piç”te bir hikaye anlatıyorum ama bu benim yol haritamın tamamını yansıtmaz ki.

Haberposta: Kadınların kadınlara çıkarttıkları zorluklardan bahsediyorsunuz. Neler var?

Elif Şafak: Türkiye ataerkil bir memleket. Ataerkil sistemlerde kadınlar erkeklerin maruz kalmadıkları bir sürü önyargıya maruz kalıyor ve daha derin bedeller ödemek durumunda kalıyorlar. Ne var ki çok bedel ödeyen insanlar bazen sirkeleşir, katılaşır. Kendileri de başkalarına karşı önyargılı hale gelir. Yani kendisine yapılanı başkasına, benzerine yapar. Kadınlar birbirlerine çok zarar verir. İncindikleri yerden incitirler.

“AŞURE’NİN İÇERİĞİ KOZMOPOLİT, TÜKETİMİ KOLEKTİFTİR”

Haberposta: Kitabınız bölüm başları aşure tarifi oluşturuyor. Neden aşure?

Elif Şafak: Aşure benim için önemli bir metafor. Aşurenin içinde onlarca ayrı malzeme vardır, hem ortak bir lezzet yaratırlar hem de kendi farklılıklarını muhafaza ederler, asimile olmazlar. Kozmopolitlik için bir metafor olarak kullandım.

Tabi bir de şu var. Aşure, krem brule değildir. Öyle oturup tek başınıza yemezsiniz. Her zaman paylaşımın sembolü olmuştur aşure, başkalarıyla beraber yenir, konu komşuya, hatta çok iyi tanımadıklarına da dağıtılır. İçeriği kozmopolit, tüketimi kolektiftir. Bu anlamda da benim için önemli bir metafor.

Haberposta: Narı metafor olarak kullanıyorsunuz. Açıklar mısınız?

Elif Şafak: Nar Ermeni kültüründe de Türk kültüründe de önemli bir simge. Bereketin, kadınsılığın, doğurganlığın, çoğulluğun ve çoğulculuğun simgesi. Bana göre narın çatladığı, yarıldığı an, kozmopolit Osmanlı toplumuna milliyetçi ideolojilerin sirayet ettiği andır. Ondan sonra nar taneleri bir daha toplanmamak üzere dağıldılar.

“KELİMENİN ESKİSİ OLUR MU?”

Haberposta: Yurtdışında iki – üç yıl geçirenler bile kırık bir Türkçe ile konuşurken siz çoğumuzun bugün kullanmadığı kelimeleri kullanıyorsunuz. Neden?

Elif Şafak: Dil benim için ta başından beri bir sevda. Bir Kabalacı mistik ya da Hurufi kadar düşkünüm harfe. Öztürkçecilik akımını açıkça eleştiriyor, kaybolan Osmanlıca kelimelerin bıraktığı boşluğu görüyorum. Dilde ve kültürde süreklilik olmalı bir toplumda, yoksa bilgi ve kültür birikimi bir kuşaktan bir kuşağa akamaz. Bizde de öyle oldu. Ben eski kelimeleri kullandığım için çok eleştiri aldım ama kelimenin eskisi olur mu? Öte yandan İngilizce yazdığım için de çok eleştiri aldım. Çoğullukları korumak benim için daimi bir mücadele. Hem Türkçe hem İngilizce yazabilirisiniz, illa ki “biz” ve “onlar” tanımları içine sıkışmak zorunda değiliz. Sanatın işi bu tanımlar arasında tercih yapmak yerine bu tanımları bulandırmak bozmaktır.

"FRANSIZ VATANDAŞLIĞINA İHTİYAÇ DUYMADIM"

Haberposta: Fransız vatandaşlığı alabilirdiniz isteseydiniz neden almadınız?

Elif Şafak: Evet Strasbourg doğumlu olduğum için bu olabilirdi ama zaten ben doğduğumda o dönem annemle babam ilgilenmemiş başvurmamışlar. Daha sonra ben kendim kovalayabilirdim bu işin peşini, ben de öyle bir gerek duymadım açıkçası.

Haberposta: Yurtdışından Türkiye nasıl görünüyor?

Elif Şafak: Nereden baktığınıza, kime sorduğunuza bağlı. Ama genellikle iki akıntıya bölünmüş bir memleket gibi görünüyor. Bir tarafta AB rüzgarıyla hız alan kozmopolitler, liberaller, açılım yanlısı olanlar, ulus-devletin sınırlarına sığmayanlar. Öbür yanda kapanmak arzusunda olan milliyetçi-muhafazakar çizgi ve onun ürettiği korku politikası. Bu ikisinin arasındaki güç dengesini yakından takıp ediyor Batı medyası.

Haberposta: Kitabınızda diaspora Ermenisi bir aile var. Sizin Ermeni arkadaşınız var mı? Etkilenme yaşadınız mı?

Elif Şafak: Elbette çok Ermeni arkadaşım var. Hem Türkiye Ermeni’si hem diaspora Ermenisi. Bu iki kesim arasında önemli algı ve bilgi farklılıkları da var elbette. Ben bu romanı yazarken pek çok ailenin evine davet edildim, hayat hikayelerini araştırdım, yemeklerini yedim, gündelik hayatlarını gözlemleme imkanı buldum. Bana güvenen ve benimle aile hikayelerini paylasan bunca insana çok şey borçluyum. Ama aynı zamanda Türk-Müslüman ailelerin hikayelerini de topladım. Her ikisi de sızdı romana.

Haberposta: Bu roman için tehciri yaşamış insanlar ile görüştünüz mü?

Elif Şafak: Tehciri bizzat yaşamış kuşaktan geriye çok az insan kaldı. Ama geçmişte onlarla yapılmış mülakatları, sözlü tarih çalışmalarını izledim kaset kaset. Torunları ve çocuklarıyla konuştum. Kendi yazdıkları kitapları, anıları ve mektupları okudum.Bu romana epey bir sözlü ve yazılı kültür araştırması eşlik etti.

Haberposta: 18 Mayıs’ta Fransız Parlamentosu’na Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili olarak bir tasarı gündeme geldi. Siz de Libération’da bir bildiriyi yayınladınız. Neden?

Elif Şafak: Her şeyden evvel düşünce özgürlüğünden yana olduğum için imzaladım. Düşünce özgürlüğü tepeden inme yasalar aracılığıyla devletler tarafından kontrol edilemez. Nasıl ki “Türkiye’de soykırım olmuştur” diyenlerin ifade özgürlüğünü savunursam Fransa’da da soykırım olmamıştır diyenlerin ifade özgürlüğünü savunurum. Yasakçı zihniyete Türkiye’de de karşı çıkarım Fransa’da da. Düşünce ve ifade özgürlüğünde çifte standart olmaz. Tarih resmi ideoloji tarafından yazılamaz. Ayrıca böylesi bir yasa Ermeniler ile Türkler arasındaki diyalog girişimlerini baltalayacaktır. Bense diyalogun peşindeyim.

Haberposta: Sizce soykırım mı tehcir mi?

Elif Şafak: Ben soykırım kelimesini kullanmıyorum. Yarardan çok zarar veriyor bu kelime. “Tehcir” kullanıyorum. Yalnız şu da var; biz genellikle tehcir kelimesini hafife alıyoruz, sanki yürüdüler gittiler gibi. Öyle değil yol boyunca yaşanan insanlık dramını görmek lazım. Aç, susuz, parasız ve korunmasız yürümek zorunda kalan kadınların, çocukların, hastaların oluşturduğu bir kafile, yol boyunca sapır sapır dökülen. Yer yer yaşanan katliamlar. Bu dramı görmek lazım. Kavramlar değil önemli olan, bu acının yasını tutmak önemli.

Haberposta: Türkiye’nin “soykırım”ı tanıması iki toplum arasındaki buzlar eritir mi?

Elif Şafak: Türkiye’nin hamasetten ve aşırı milliyetçi reflekslerden kaçınarak, insanı temel alan bir yaklaşım geliştirerek, 1915in acısını yüreğinde hissettiğini söylemesi, bu yası paylaşması her iki toplum arasındaki buzları eritir.

"TÜRKİYE ÇIKMAZ SOKAKTA İLERLEMEYE ÇALIŞIYOR"

Haberposta: Türkiye’nin tasarıya bakış açısındaki hataları ne?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir bu konuda bir çıkmaz sokakta ilerlemeye çalışıyor. Uzun yıllar boyu esas Ermenilerin Türklere soykırım uyguladığını ispat etmeye çalışmakla kendini bu çıkmaz sokağa soktu. Bu yüzden hem uluslararası alanda yalnız kaldı hem de kendi vicdanıyla buluşamadı. Hem dışarıda yalnız hem içeride çorak kaldı.

Haberposta: Soykırım iddialarına Fransa’nın yaklaşımı insan hakları çerçevesinde mi? Politik mi?

Elif Şafak: Elbette politik. Ama Fransız toplumunu da yekpare zannetmemek lazım. Orada da bu uygulamayı açıkça eleştiren pek çok ses var sivil toplumdan, akademilerden entelektüellerden yükselen sesler.

Haberposta: Türkiye sizce ne yapmalı?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir girdiği çıkmaz sokaktan ayrı bir güzergaha acilen ihtiyaç duyuyor. Bu da sayıları ya da kavramları tartışarak olmaz. Hamaset söyleminde çıkmak zorundayız. Daha insani düzlemde, insan temelli bir söylem tutturarak bir adım atmak durumundayız, biz hatırlarsak ancak karsı tarafın unutmasını bekleyebiliriz. Türkiye bu adımı attığında çok şey değişecektir. Eğer bu insancıl dili geliştirebilirsek hem uluslararası arenada saygınlığımıza hem içeride vicdanımıza kavuşur hem de Ermenilerin çoğuyla yeniden diyalog kurabiliriz. Bu diyalogdan hoşlanmayacak az bir kesim kalacaktır geriye: her iki toplumun kıyısında birbirini körükleyen Ermeni ve Türk milliyetçileri kalacak, onlar da marjinalleşecektir.

Serdar Korucu, haberposta.com, 22.05.2006

Aşure Tarifi
          
          Elif Şafak, kitabında aşureye bol bol yer vermiş. Öyle ki, kitaptaki bölümlerin isimlerini birleştirince aşure malzemeleri ortaya çıkıyor. Ben aşureyi bu yıl keşfettim; şimdi de aşure ayındayız diye tarifi paylaşmak istedim. Bu tarifi hiç denemedim -anneme denetmedim desem daha doğru olur aslında- ama deneyenler beğenmişler. :)

Aşure Tarifiniz Bizden          “Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca Mustafa Kazancı aşureyi bütün tatlılara üstün tutmuştu. Eğer o korkunç Amerikan fast-food ürünleri, yeme alışkanlıklarını hepten bozmamışsa en sevdiği tatlının onu buzdolabında kase kase beklediğini görünce kim bilir nasıl sevinecekti. Belki de aşure sayesinde yitirdiği o aile sıcaklığını yeniden edinecekti. Hayat burada hala aynıymış ve bıraktığı yerden devam edebilirmiş gibi.
        Aşure devamlılığın ve istikrarın simgesiydi; ne kadar sarsıcı, nasıl vahim olursa olsun, her fırtınadan sonra elbet gelecek olan güzel günlerin, açacak güneşin simgesi.
        Gülsüm Nine malzemenin çoğunu bir gün önceden suya basmıştı, şimdi de pişirmeye hazırlanıyordu. Dolabı açıp koca bir kazan çıkardı. Aşure pişirmek için mutlaka kazan gerekirdi.

Malzemeler:


½ bardak fasulye
1 bardak buğday
1 bardak pirinç
3 bardak su
1/3 bardak kuru üzüm
1/3 bardak kuru incir
1/3 bardak kuru kayısı
½ bardak portakal kabuğu
½ bardak kabuğu soyulmuş badem
½ bardak antepfıstığı
½ bardak çam fıstığı
½ bardak fındık
1 ½ bardak şeker
1 tatlı kaşığı vanilya
2 çay kaşığı tarçın
½ bardak nar
2 çay kaşığı gül suyu

Hazırlanması:

Malzeme bir gece önceden ayrı kaplarda suya basılır. Fasulyeler bir kaba konup bir gece soğuk suda bekletilir. Buğdayla pirinç iyice yıkandıktan sonra suya basılır. İncirler, kayısılar ve portakal kabukları ½ saat sıcak suda bekletilir sonra süzülür ve süzülen su saklanır; kıyılır, kuru üzümle karıştırılıp bir kenara konur.
Pişirmesi:
    Fasulyeler soğuk suya konur. Yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat kaynatılır. Bu arada 2.5 litre su kaynatılıp içine buğday ve pirinç atılır, kısık ateşte ara sıra karıştırarak yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat pişirilir.
     Meyvelerin saklanan suyu, şeker, dövülmüş fındık, çam fıstıkları kazana eklenir ve sürekli karıştırılarak orta ateşte kaynatılır. 30 dakika kadar. Karışımın helmelenmesi beklenir. Vanilya, kuru üzüm, incir ve kuru kayısı eklenerek 20 dakika daha sürekli karıştırılarak kaynatılır. Altı kapatılıp gül suyu eklenir. Aşure bir saat kadar oda sıcaklığında bekletilir. Üzerine tarçın serpilir, soyulmuş badem ve narla süslenir.”




12 Aralık 2012 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna

kurk-mantolu-madonna20120404172355.jpg (270×418)
Yazar:Sabahattin Ali


Sayfa Sayısı: 164

Baskı Yılı: 2012

Dili: Türkçe

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Karakter Analizi: Raif Efendi

         Raif Efendi, romandaki asıl hikâyenin anlatıcısıdır. Kendini anlatırken her zaman sessiz ve beceriksiz, hayalci ve çekingen olarak anlatır. Kitabın birden fazla yerinde “kadınsı” olarak nitelendirilir ancak bu “kadınsılık” efeminelikten çok davranışlarında içine kapanık olmasından, bir şey yaşadığında ağlamasından kaynaklanır. Romanın başında Raif Efendi’nin şimdiki hayatı anlatılırken ailesiyle ilişkilerinin çok iyi olmadığı, Raif Efendi’nin etrafında insanlar olduğu zamanlarda bile yalnız olduğu görülüyor. Aslında, kendisi oldukça iyi bir resim yeteneğine sahiptir ve bazen kendini bu şekilde ifade eder ama etrafındaki kimse onun böyle bir yeteneği olduğunu farkında değildir ve bu duruma sebep olan da yine kendisidir; kendini ifade ettiği resimlerini ne etrafındakilere ne de Sanayii Nefise mektebindeki hocalarına gösterir. 

         Maria Puder, onun gerçek anlamda ilişki yaşadığı ilk kişidir; yalnız kaldığı zamanlarda günlük hayatında kaçtığı kadınlarla hayallerinde sevişir ve bu yirmi dört yaşına kadar devam eder, yani Maria ile tanışana kadar. Aslında Maria Puder'la yaşadığı aşkın en önemli sebeplerinden biri de Maria'nın karakteristik özelliklerinin çoğunlukla Raif Efendi'nin tersi olmasıdır. Örneğin  Maria, kendisinin "erkek gibi" bir kadın olduğundan yakınan biriyken, Raif Efendi her zaman biraz "kadınsı" olarak nitelendirilmiştir; zaten Maria da onda biraz kadınlık olduğunu söyler. Maria, resimlerini sergileyen bir ressamken, Raif Efendi yaptığı çizimleri tek bir kişiye göstermekten bile kaçınır. Bu nedenlerden dolayı birbirlerini tamamlarlar. 



          
          Bu şarkıyı kitap hakkında araştırma yaparken buldum, kitabın melodik bir özeti de diyebiliriz aslında. Umarım beğenirsiniz. :)



Kaynaklar: