15 Aralık 2012 Cumartesi

Baba ve Piç

Yazar:Elif Şafak

Sayfa Sayısı: 416
Dili: Türkçe

Yayınevi: Doğan Kitap         







Kitap Özeti

         Baba ve Piç, gayr-i meşru çocuğunu aldırmak üzere doktora giden Zeliha'nın bundan vazgeçmesiyle başlar. Bebeği aldırmayınca Asya adında bir kızı olur ve Asya'nın babasının kim olduğunu Zeliha ve ablası Banu dışında (cinlerinden "Ağulu Bey" adında olanından öğrenir ama bunu hiç kimseye söylemez) kimse bilmez. Zeliha'nın ailesi (Kazancılar) ağabeyi Mustafa dışında kadınlardan oluşur; Mustafa dışında ailedeki tüm erkekler genç yaşta vefat etmişlerdir. Mustafa ise Amerika'da Rose isimli bir kadınla evlidir ve Armanuş Çakmakçıyan adında bir üvey kızı vardır. Rose'nin Mustafa ile evlenmesinin asıl sebebi, eski eşi Barsam'dan eşinin tehcirden sonra Türkiye'den ABD'ye göçen ailesi Çakmakçıyanlar'dan dolayı boşanmış olması ve onlardan intikam alma isteğidir. Bu isteğini gerçekleştirebilmek için bir Türk'le evlenme fikrini düşünmüştür. Zaten Rose, kızına "Amy" diye hitap eder ki buradan kızına "Armanuş" adını veren Çakmakçıyanlarla arasının iyi olmadığı anlaşılabilir. 

          Armanuş, çocukluğu ve genç kızlığı boyunca hem annesi hem de babasıyla yaşayarak iki ailenin farklı fikir ve gelenekleriyle büyür. İki taraftan da gördüğü baskıdan dolayı kendi kimliğini bulmakta zorlanan Armanuş, köklerini öğrenmek üzere ailesinden habersizce üvey babasının İstanbul'daki evine gelir. Evin sahibi olan Kazancı ailesi yedi kadından oluşur; Asya, annesi Zeliha, teyzeleri Feride, Cevriye, Banu, anneannesi Gülsüm Nine ve Gülsüm Nine'nin üvey kayınvalidesi Cicianne. Kazancı ailesi, İstanbul'a gelen Armanuş'u çok sıcak karşılar, zaten Asya, Armanuş'la yaşıttır. Armanuş, orada bulunduğu zaman boyunca her fırsatta tehcir konusunu açar. Asya ve Armanuş birlikte İstanbul'u dolaşır, Şuşan Çakmakçıyan'ın kaldığı evi ararlar. Evi bulamasalar da arkadaşlıkları ilerler. Asya, Armanuş'u sıkça gittiği Cafe Kundera'ya götürür ve Armanuş, oradaki arkadaş grubu ile de tehcir konusunda tartışır.

          Armanuş İstanbul'dayken babaannesi Şuşan Çakmakçıyan ölünce gerçek ortaya çıkar; Kazancı ve Çakmakçıyan aileleri akrabadır. Şuşan Çakmakçıyan, Levent Kazancı'yı doğurduktan sonra kaçmıştır ve Çakmakçıyan ailesinin babaannesidir, bu şekilde iki aileyi birbirine bağlar. Mustafa, çok istemese de Rose ile birlikte İstanbul'a gelmek zorunda kalırlar ve Mustafa, gelişlerinin üçüncü günü ölür. Mustafa'nın ölmesiyle Zeliha kızına gerçeği açıklar: Mustafa, Zeliha'ya tecavüz etmiştir ve Asya'nın babasıdır. 


Söyleşi


“TÜRKİYE BABA ARAYIŞINDA”

Haberposta: Kitabınızın adı neden “Baba ve Piç”? Piç’in ikinci bir anlamı daha var, bunu göz önünde bulundurdunuz mu?

Elif Şafak: Türkiye, her alanda “baba” arayışında olan, her sahada “baba” ihtiyacı duyan bir toplum. Bu edebiyatta da böyle siyasette de sporda da. Ben de o egemen “baba” kurgusunu tersine çevirmek, yanına piçi ekleyerek alaşağı etmek istedim. Öte yandan “piç” kelimesinin ikincil bir anlamı var. Bilhassa bu yan anlamını düşünerek kullandım. Zira romanda anlatılan Asya’ya çok uygun bir kelime bu anlamda, o da ana gövdeden umutsuzca sapmaya çalışan bir sürgün dalı. Ama bizde daha çok piç kelimesinin birincil anlamı üzerinde duruldu. Hatta bundan çok rahatsız olanlar oldu. Oysa tuhaf olan, kitapta piç kelimesi görmeye tahammül edemeyen insanların kendi gündelik hayatlarında bu kelimeyi gayet rahat kullanıyor olmaları!

“BABAMLA İLİŞKİM YOK Kİ”

Haberposta: Babanızla ilişkinizin kötü olmasının kitap ismini ortaya çıkarttığı söyleniyor. Olabilir mi?

Elif Şafak: Babamla ilişkim kötü değil, babamla ilişkim yok ki kötü olsun. Benim için “baba” kelimesinin sözlük anlamı “boşluk”tur. Boşluk ise “kötü”den farklı bir şey. Öte yandan, elbette yazarların kendi çocukluğu, kendi benliği de sızar yazıya ama benim için edebiyat kendini anlatmanın aracı olmadı hiçbir zaman. O yüzden bu da benim hikayem değil.

Haberposta: Kadınlar üzerine gelişiyor kitap. Erkekler kitabınızda pasif. Hatta ortada yok. Kadınlar dul. Neden?

Elif Şafak: Bu benim yedinci kitabım, altıncı romanım. Her roman gerek üslup gerekse içerik bakımından birbirinden tamamen farklı. Romanlarımdan her birinin gerek içerik gerekse üslup bakımından birbirinden çok çok farklı olduklarını düşünüyorum. Zira benim hayatımın farklı dönemlerinde, farklı ruh halleriyle yazıldılar. Kendini zaman içinde tekrarlayan bir yazar sayılmam. Hayatta başıma hep bela olan tutarsızlığımın ve değişkenliğimin belki de tek faydası budur bana. O yüzden “Baba ve Piç”te bir hikaye anlatıyorum ama bu benim yol haritamın tamamını yansıtmaz ki.

Haberposta: Kadınların kadınlara çıkarttıkları zorluklardan bahsediyorsunuz. Neler var?

Elif Şafak: Türkiye ataerkil bir memleket. Ataerkil sistemlerde kadınlar erkeklerin maruz kalmadıkları bir sürü önyargıya maruz kalıyor ve daha derin bedeller ödemek durumunda kalıyorlar. Ne var ki çok bedel ödeyen insanlar bazen sirkeleşir, katılaşır. Kendileri de başkalarına karşı önyargılı hale gelir. Yani kendisine yapılanı başkasına, benzerine yapar. Kadınlar birbirlerine çok zarar verir. İncindikleri yerden incitirler.

“AŞURE’NİN İÇERİĞİ KOZMOPOLİT, TÜKETİMİ KOLEKTİFTİR”

Haberposta: Kitabınız bölüm başları aşure tarifi oluşturuyor. Neden aşure?

Elif Şafak: Aşure benim için önemli bir metafor. Aşurenin içinde onlarca ayrı malzeme vardır, hem ortak bir lezzet yaratırlar hem de kendi farklılıklarını muhafaza ederler, asimile olmazlar. Kozmopolitlik için bir metafor olarak kullandım.

Tabi bir de şu var. Aşure, krem brule değildir. Öyle oturup tek başınıza yemezsiniz. Her zaman paylaşımın sembolü olmuştur aşure, başkalarıyla beraber yenir, konu komşuya, hatta çok iyi tanımadıklarına da dağıtılır. İçeriği kozmopolit, tüketimi kolektiftir. Bu anlamda da benim için önemli bir metafor.

Haberposta: Narı metafor olarak kullanıyorsunuz. Açıklar mısınız?

Elif Şafak: Nar Ermeni kültüründe de Türk kültüründe de önemli bir simge. Bereketin, kadınsılığın, doğurganlığın, çoğulluğun ve çoğulculuğun simgesi. Bana göre narın çatladığı, yarıldığı an, kozmopolit Osmanlı toplumuna milliyetçi ideolojilerin sirayet ettiği andır. Ondan sonra nar taneleri bir daha toplanmamak üzere dağıldılar.

“KELİMENİN ESKİSİ OLUR MU?”

Haberposta: Yurtdışında iki – üç yıl geçirenler bile kırık bir Türkçe ile konuşurken siz çoğumuzun bugün kullanmadığı kelimeleri kullanıyorsunuz. Neden?

Elif Şafak: Dil benim için ta başından beri bir sevda. Bir Kabalacı mistik ya da Hurufi kadar düşkünüm harfe. Öztürkçecilik akımını açıkça eleştiriyor, kaybolan Osmanlıca kelimelerin bıraktığı boşluğu görüyorum. Dilde ve kültürde süreklilik olmalı bir toplumda, yoksa bilgi ve kültür birikimi bir kuşaktan bir kuşağa akamaz. Bizde de öyle oldu. Ben eski kelimeleri kullandığım için çok eleştiri aldım ama kelimenin eskisi olur mu? Öte yandan İngilizce yazdığım için de çok eleştiri aldım. Çoğullukları korumak benim için daimi bir mücadele. Hem Türkçe hem İngilizce yazabilirisiniz, illa ki “biz” ve “onlar” tanımları içine sıkışmak zorunda değiliz. Sanatın işi bu tanımlar arasında tercih yapmak yerine bu tanımları bulandırmak bozmaktır.

"FRANSIZ VATANDAŞLIĞINA İHTİYAÇ DUYMADIM"

Haberposta: Fransız vatandaşlığı alabilirdiniz isteseydiniz neden almadınız?

Elif Şafak: Evet Strasbourg doğumlu olduğum için bu olabilirdi ama zaten ben doğduğumda o dönem annemle babam ilgilenmemiş başvurmamışlar. Daha sonra ben kendim kovalayabilirdim bu işin peşini, ben de öyle bir gerek duymadım açıkçası.

Haberposta: Yurtdışından Türkiye nasıl görünüyor?

Elif Şafak: Nereden baktığınıza, kime sorduğunuza bağlı. Ama genellikle iki akıntıya bölünmüş bir memleket gibi görünüyor. Bir tarafta AB rüzgarıyla hız alan kozmopolitler, liberaller, açılım yanlısı olanlar, ulus-devletin sınırlarına sığmayanlar. Öbür yanda kapanmak arzusunda olan milliyetçi-muhafazakar çizgi ve onun ürettiği korku politikası. Bu ikisinin arasındaki güç dengesini yakından takıp ediyor Batı medyası.

Haberposta: Kitabınızda diaspora Ermenisi bir aile var. Sizin Ermeni arkadaşınız var mı? Etkilenme yaşadınız mı?

Elif Şafak: Elbette çok Ermeni arkadaşım var. Hem Türkiye Ermeni’si hem diaspora Ermenisi. Bu iki kesim arasında önemli algı ve bilgi farklılıkları da var elbette. Ben bu romanı yazarken pek çok ailenin evine davet edildim, hayat hikayelerini araştırdım, yemeklerini yedim, gündelik hayatlarını gözlemleme imkanı buldum. Bana güvenen ve benimle aile hikayelerini paylasan bunca insana çok şey borçluyum. Ama aynı zamanda Türk-Müslüman ailelerin hikayelerini de topladım. Her ikisi de sızdı romana.

Haberposta: Bu roman için tehciri yaşamış insanlar ile görüştünüz mü?

Elif Şafak: Tehciri bizzat yaşamış kuşaktan geriye çok az insan kaldı. Ama geçmişte onlarla yapılmış mülakatları, sözlü tarih çalışmalarını izledim kaset kaset. Torunları ve çocuklarıyla konuştum. Kendi yazdıkları kitapları, anıları ve mektupları okudum.Bu romana epey bir sözlü ve yazılı kültür araştırması eşlik etti.

Haberposta: 18 Mayıs’ta Fransız Parlamentosu’na Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili olarak bir tasarı gündeme geldi. Siz de Libération’da bir bildiriyi yayınladınız. Neden?

Elif Şafak: Her şeyden evvel düşünce özgürlüğünden yana olduğum için imzaladım. Düşünce özgürlüğü tepeden inme yasalar aracılığıyla devletler tarafından kontrol edilemez. Nasıl ki “Türkiye’de soykırım olmuştur” diyenlerin ifade özgürlüğünü savunursam Fransa’da da soykırım olmamıştır diyenlerin ifade özgürlüğünü savunurum. Yasakçı zihniyete Türkiye’de de karşı çıkarım Fransa’da da. Düşünce ve ifade özgürlüğünde çifte standart olmaz. Tarih resmi ideoloji tarafından yazılamaz. Ayrıca böylesi bir yasa Ermeniler ile Türkler arasındaki diyalog girişimlerini baltalayacaktır. Bense diyalogun peşindeyim.

Haberposta: Sizce soykırım mı tehcir mi?

Elif Şafak: Ben soykırım kelimesini kullanmıyorum. Yarardan çok zarar veriyor bu kelime. “Tehcir” kullanıyorum. Yalnız şu da var; biz genellikle tehcir kelimesini hafife alıyoruz, sanki yürüdüler gittiler gibi. Öyle değil yol boyunca yaşanan insanlık dramını görmek lazım. Aç, susuz, parasız ve korunmasız yürümek zorunda kalan kadınların, çocukların, hastaların oluşturduğu bir kafile, yol boyunca sapır sapır dökülen. Yer yer yaşanan katliamlar. Bu dramı görmek lazım. Kavramlar değil önemli olan, bu acının yasını tutmak önemli.

Haberposta: Türkiye’nin “soykırım”ı tanıması iki toplum arasındaki buzlar eritir mi?

Elif Şafak: Türkiye’nin hamasetten ve aşırı milliyetçi reflekslerden kaçınarak, insanı temel alan bir yaklaşım geliştirerek, 1915in acısını yüreğinde hissettiğini söylemesi, bu yası paylaşması her iki toplum arasındaki buzları eritir.

"TÜRKİYE ÇIKMAZ SOKAKTA İLERLEMEYE ÇALIŞIYOR"

Haberposta: Türkiye’nin tasarıya bakış açısındaki hataları ne?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir bu konuda bir çıkmaz sokakta ilerlemeye çalışıyor. Uzun yıllar boyu esas Ermenilerin Türklere soykırım uyguladığını ispat etmeye çalışmakla kendini bu çıkmaz sokağa soktu. Bu yüzden hem uluslararası alanda yalnız kaldı hem de kendi vicdanıyla buluşamadı. Hem dışarıda yalnız hem içeride çorak kaldı.

Haberposta: Soykırım iddialarına Fransa’nın yaklaşımı insan hakları çerçevesinde mi? Politik mi?

Elif Şafak: Elbette politik. Ama Fransız toplumunu da yekpare zannetmemek lazım. Orada da bu uygulamayı açıkça eleştiren pek çok ses var sivil toplumdan, akademilerden entelektüellerden yükselen sesler.

Haberposta: Türkiye sizce ne yapmalı?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir girdiği çıkmaz sokaktan ayrı bir güzergaha acilen ihtiyaç duyuyor. Bu da sayıları ya da kavramları tartışarak olmaz. Hamaset söyleminde çıkmak zorundayız. Daha insani düzlemde, insan temelli bir söylem tutturarak bir adım atmak durumundayız, biz hatırlarsak ancak karsı tarafın unutmasını bekleyebiliriz. Türkiye bu adımı attığında çok şey değişecektir. Eğer bu insancıl dili geliştirebilirsek hem uluslararası arenada saygınlığımıza hem içeride vicdanımıza kavuşur hem de Ermenilerin çoğuyla yeniden diyalog kurabiliriz. Bu diyalogdan hoşlanmayacak az bir kesim kalacaktır geriye: her iki toplumun kıyısında birbirini körükleyen Ermeni ve Türk milliyetçileri kalacak, onlar da marjinalleşecektir.

Serdar Korucu, haberposta.com, 22.05.2006

Aşure Tarifi
          
          Elif Şafak, kitabında aşureye bol bol yer vermiş. Öyle ki, kitaptaki bölümlerin isimlerini birleştirince aşure malzemeleri ortaya çıkıyor. Ben aşureyi bu yıl keşfettim; şimdi de aşure ayındayız diye tarifi paylaşmak istedim. Bu tarifi hiç denemedim -anneme denetmedim desem daha doğru olur aslında- ama deneyenler beğenmişler. :)

Aşure Tarifiniz Bizden          “Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca Mustafa Kazancı aşureyi bütün tatlılara üstün tutmuştu. Eğer o korkunç Amerikan fast-food ürünleri, yeme alışkanlıklarını hepten bozmamışsa en sevdiği tatlının onu buzdolabında kase kase beklediğini görünce kim bilir nasıl sevinecekti. Belki de aşure sayesinde yitirdiği o aile sıcaklığını yeniden edinecekti. Hayat burada hala aynıymış ve bıraktığı yerden devam edebilirmiş gibi.
        Aşure devamlılığın ve istikrarın simgesiydi; ne kadar sarsıcı, nasıl vahim olursa olsun, her fırtınadan sonra elbet gelecek olan güzel günlerin, açacak güneşin simgesi.
        Gülsüm Nine malzemenin çoğunu bir gün önceden suya basmıştı, şimdi de pişirmeye hazırlanıyordu. Dolabı açıp koca bir kazan çıkardı. Aşure pişirmek için mutlaka kazan gerekirdi.

Malzemeler:


½ bardak fasulye
1 bardak buğday
1 bardak pirinç
3 bardak su
1/3 bardak kuru üzüm
1/3 bardak kuru incir
1/3 bardak kuru kayısı
½ bardak portakal kabuğu
½ bardak kabuğu soyulmuş badem
½ bardak antepfıstığı
½ bardak çam fıstığı
½ bardak fındık
1 ½ bardak şeker
1 tatlı kaşığı vanilya
2 çay kaşığı tarçın
½ bardak nar
2 çay kaşığı gül suyu

Hazırlanması:

Malzeme bir gece önceden ayrı kaplarda suya basılır. Fasulyeler bir kaba konup bir gece soğuk suda bekletilir. Buğdayla pirinç iyice yıkandıktan sonra suya basılır. İncirler, kayısılar ve portakal kabukları ½ saat sıcak suda bekletilir sonra süzülür ve süzülen su saklanır; kıyılır, kuru üzümle karıştırılıp bir kenara konur.
Pişirmesi:
    Fasulyeler soğuk suya konur. Yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat kaynatılır. Bu arada 2.5 litre su kaynatılıp içine buğday ve pirinç atılır, kısık ateşte ara sıra karıştırarak yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat pişirilir.
     Meyvelerin saklanan suyu, şeker, dövülmüş fındık, çam fıstıkları kazana eklenir ve sürekli karıştırılarak orta ateşte kaynatılır. 30 dakika kadar. Karışımın helmelenmesi beklenir. Vanilya, kuru üzüm, incir ve kuru kayısı eklenerek 20 dakika daha sürekli karıştırılarak kaynatılır. Altı kapatılıp gül suyu eklenir. Aşure bir saat kadar oda sıcaklığında bekletilir. Üzerine tarçın serpilir, soyulmuş badem ve narla süslenir.”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder