20 Ocak 2013 Pazar

Elektra


Yazar: Sophokles

Sayfa sayısı: 118
Dili: Türkçe (Orijinali Yunanca)
Yayınevi: Bordo-Siyah







          Elektra, gerçekte de var olan bir mitten oluşturulmuş bir tragedya. Baş karakter Elektra, duygularını çok yoğun yaşayan biri, o yüzden de bu yazımda Elektra'ya dair bir duygu grafiği paylaşmak istiyorum.



Kaynaklar
  • http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=90894

18 Ocak 2013 Cuma

Kumral Ada ~ Mavi Tuna

Yazar: Buket Uzuner

Sayfa Sayısı: 500
Dili: Türkçe
Yayınevi: Everest Yayınları







"Hep güçlü olmak zorunda kalmamız ne yorucu..."



Kumral Ada Mavi Tuna, Buket Uzuner’in 1997 yılında yayınlanan ve Kuzguncuk’ta geçen bir romanı. Bu kitap, Buket Uzuner’in ilk okuduğum kitabıydı, en sevdiğim kitaplardan biri oldu. Kitabın en sevdiğim özelliklerinden birisi de İstanbul’da geçmesi ve yazarın şehri gerçekten çok güzel tasvir etmiş olması. Okurken sanki anlatılan yere gitmişim gibi hissettirdi çok kez. Romanda birçok gönderme bulunuyor; bunlardan en çok göze çarpanı romanın başkarakterlerinden Ada’nın annesi, babası ve dayısı Pervin Gökay, Süreyya Mercan ve Şair Doğan Gökay karakterlerinin gerçek hayatta Çolpan İlhan, Sadri Alışık ve Attila İlhan’ı işaret ediyor olması. Ayrıca Ada’nın Tuna’ya “Mabel” diye hitap etmesi, Baylan Pastanesi’ni çok sevmeleri gibi özellikler de kitaba çok güzel bir doku katıyor. Bu yazımda sizlere bu göndermelerden bahsetmek istiyorum. Baylan Pastanesi’ni, Mabel’i ve Sadri Alışık, Çolpan İlhan ve Attila İlhan'ı anlatacağım.


Baylan Pastanesi

                Baylan, seksen yedi yıllık bir geçmişe sahip bir pastane. İlk şubesi 1923’te, Beyoğlu’nda açılan Baylan’ın kurulduğundaki adı “L’orient”dir ve açıldığından bu yana hiç kapanmayarak İstanbul’un en eski pastanesi olmuştur. Kurucusunun adı Filip Lenas’tır ve pastaneyi kuzeni Yorgi Kiriçi ile açmıştır. İkinci şubesi kuruluşundan yalnız iki sene sonra, 1925’te Karaköy’de açılan Baylan; üçüncü şubesi olan ve şu anda da açık olan Kadıköy şubesini 1961’de açar. Daha sonradan ne yazık ki Beyoğlu ve Karaköy şubeleri kapanan Baylan, 1992’den sonra sadece Kadıköy şubesiyle hizmet verir. Kurucusu Filip Lenas’ın oğlu ve aynı zamanda Baylan’ın en ünlü ürünlerinden olan “Kup Griye”nin mucidi Harry Lenas tarafından 2009’da Altınmarka’ya devredildikten sonra da 2010 yılında Bebek şubesi açılır. Baylan, 1950’li ve 60’lı yıllarda sanatçılar tarafından sevilen, oldukça popüler bir pastanedir. Attila İlhan, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Haldun Taner, Cemal Süreya ve Orhan Kemal gibi birçok ünlü edebiyatçının da çokça gittiği Baylan, günümüzde de eski dokusunu koruyarak çokça müdavime sahiptir.


Kitapta bolca bahsi geçen “Kup Griye”ye biraz değinmek gerektiğini düşünüyorum. Kup Griye, 1954 yılında Filip Lenas’ın büyük oğlu Harry Lenas tarafından icat edilmiş. Günümüzde Avrupa’nın bazı pastanelerinde “Coupe Baylan” adıyla da satılan Kup Griye, karamelli ve vanilyalı dondurma, krem şanti, balbadem ve karamel sosundan oluşur. Tarifi senelerdir değiştirilmemiş olan Kup Griye, neredeyse Baylan’ın kendisi kadar ünlüdür. 















Mabel Çikolata

13832821.jpg (359×401)                Mabel Çikolata’yı bilmeyeniniz yoktur; mesela ben küçükken fırınlarda ve kuruyemişçilerde, kasanın yanındaki küçük bir kutuda üstünde Mabel’in Arap kızlı sakızlarından ve şemsiye çikolatalarından satılırdı. Artık eskisi kadar çok göremesem de İstanbul’da Karaköy, Nişantaşı ve Suadiye’deki şubeleri duruyor. Sakızı kadar bin bir çeşit çikolatasıyla da ünlü Mabel’in adı kitapta sürekli geçiyor çünkü Ada, ilk tanıştıkları günden beri Tuna’ya aralarında “Mabel” diye hitap ediyor. Mabel, 1947’den beri var. “Mabel” dendiğinde akla gelen ilk şey Arap kızlı sakızı olsa da çikolatalarının da çok müdavimi var. Özellikle bal bademli, Hindistan cevizli ve fıstıklı çikolataları çok seviliyor.




Çolpan İlhan

          8 Ağustos 1936’da İzmir’de doğan İlhan, Kandilli Kız Lisesi mezunudur. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro bölümü ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü de bitiren sanatçı, akademideki arkadaşlarıyla “Akademi Tiyatrosu” isminde bir tiyatro grubu kurmuştur. 1957 yılında Kamelyalı Kadın adlı filmin başrolünde oynayan İlhan, aynı senede Münir Özkul ve Uğur Başaran ile ilk profesyonel tiyatro oyununu “Sevgili Gölge”yle oynadı. Üç sezon boyunca “Küçük Sahne”de oynayan Çolpan İlhan, bu grubun dağılmasıyla birlikte Oda Tiyatrosu’nda Tersine Dönen Şemsiye adlı oyunda yer aldı. Daha sonraları Kent Oyuncuları’yla birlikte Güner Sümer’in “Yarın Cumartesi” adlı oyunda oynadı; Kenter kardeşler ile de “Baharın Sesi”, “Nalınlar” ve “Aptal Kız”da yer alan İlhan, oğlu Kerem Alışık’ın doğması ile tiyatroya bir süreliğine ara verdi. 1960’lı yılların ortasında tiyatroya sinema filmleriyle geri dönüş yaptı ve 1970’lerin sonuna kadar 300’e yakın filmde oynadı. Sonrasında moda çizimleri yapmaya odaklanan İlhan’ın İstanbul Nişantaşı’nda bir moda evi vardır.


Sadri Alışık



                Sadri Alışık, 5 Mart 1925 tarihinde İstanbul’da doğdu. Asıl adı Sadrettin’di ancak ailesi onu “Sadri” diye çağırırdı. Çok küçük yaşlardan itibaren tiyatroya ilgili olan Alışık, İstanbul Erkek Lisesi mezunudur. Oturdukları semtte bulunan Cağaloğlu Halk Evi’ne giden sanatçı, sonrasında sinemaya atıldı. 1945 yılında Günahsızlar, 1959 yılında ise Yalnızlar Rıhtımı adlı filmlerde rol aldı ve eşi Çolpan İlhan’la da bu film sayesinde tanıştı. Evlendikten birkaç yıl sonra ise oğlu Kerem Alışık doğdu. Alışık’ın, yakın arkadaşı Ayhan Işık’ın vefatının ardından önceden de var olan alkol bağımlılığı arttı ve bu sebepten ortaya çıkan karaciğer yetmezliğinin tedavisi için Amerika’ya gitti. Tedavisinin ardından Türkiye’ye geri döndüğünde pozitif, yaşam enerjisiyle dolu birçok karaktere can veren Alışık, beş yüzden fazla filmde rol aldı. En son canlandırdığı karakter “Yengeç Sepeti” adlı dizideki baba olan Alışık, 18 Mart 1995 günü de yaşamını yitirdi.



Attila İlhan


Attila-İlhan.jpg (320×247)                Attila İlhan, 1925 yılında İzmir, Menemen’de dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bıraktı. Altı yıl boyunca aralıklarla Paris’te yaşadı. Gazete ve dergilerde çalışan İlhan, Demokrat İzmir Gazetesi genel yayın müdürlüğü ve başyazarlığı yaptı. Sonrasında Ankara’da Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını yaptı (1973-1980) ve bu sırada çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmaya devam etti (1968’den itibaren Yeni Ortam, Dünya, Milliyet, Söz, Güneş, Meydan)  ve 1950’li yıllarda Vatan Gazetesinde sinema eleştirmenliği yaptı. Yelken ve Sanat Olayı adlı dergilerin yönetimini üstlendi. Sonrasında senaryo yazarlığına başlayan Attila İlhan, senaryolarını yazarken “Ali Kaptanoğlu” adını kullandı. Yalnızlar Rıhtımı, Ateşten Damlalar, Rıfat Diye Biri gibi altı filmin ve beş televizyon dizisiyle bir televizyon filminin senaryosunu yazdı.
                İlk şiiri “Balıkçı Türküsü”, 1941 yılında Yeni Edebiyat gazetesinde çıktı. İlk düzyazısı “Kültürümüz Üzerine Düşünceler” ise 1944 yılında Balıkesir’de yayımlanan Türk Dili gazetesinde çıktı. 1946 CHP Şiir Yarışmasında “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiriyle birincilik ödülüne layık görülmesiyle tanınan İlhan, Türk edebiyatının önemli isimleri arasına girdi. Garip Akımı ve İkinci Yeni şiirine karşı çıkan şair, “Mavi” veya “Maviciler” olarak tanınan toplumcu gerçekçi şiir akımını başlattı. 11 Ekim 2005 tarihinde ise hayata gözlerini yumdu.



Kaynaklar

  • http://www.edebiyatogretmeni.net/attila_ilhan.htm
  • http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1116
  • http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2327
  • http://www.colpanilhan.com/
  • http://www.biyografi.info/kisi/sadri-alisik
  • http://www.biyografist.com/biyografiler/Sadri-Alisik-biyografisi.html
  • http://www.baylangida.com/baylanin-oykusu.php
  • http://www.mabel.com.tr/#/HAKKIMIZDA-02-00/
  • http://beta.eksisozluk.com/mabel-cikolata--931643


17 Ocak 2013 Perşembe

Bir Delinin Hatıra Defteri

kapak_goster.php (120×173)Yazar: Gogol

Sayfa Sayısı: 500
Dili: Türkçe
Yayınevi: Everest Yayınları








          Gogol'un Bir Delinin Hatıra Defteri adlı kitabı için kitaptaki üç hikayeden ilki olan ve kitaba adını veren Bir Delinin Hatıra Defteri adlı öyküsüne bir video çektik. Videomuz, Aksenti İvanov'un hastaneye götürülüşünden itibaren öykünün sonuna kadar olan kısmı kapsıyor. Kendi eklediğimiz bazı detayları (Kağıda İspanya yazınca üstünde "Çin" yazısının belirmesi, öykünün sonunda İvanov'un hastaneden yakınması gibi) videoya aktarmak için efektler kullandık. Umarız beğenirsiniz.


15 Ocak 2013 Salı

15


151.jpg (300×400)Yazar: Müren Beykan (Otuz bir farklı yazarın hikayeleriyle)

Sayfa Sayısı: 354

Dili: Türkçe
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı








15, otuz bir farklı yazarın on beş yaşlarındaki anılarını anlattığı bir kitap. Bambaşka kalemlerin hikâyelerinden oluşuyor. Ben de on beş yaşına çok yaklaştığım için bu kitabı okurken hikâyelerdeki karakterlerle aynı şeyi hissettim, "Ben olsam ben de öyle yapardım." dediğim noktalar oldu. Kitaptaki hikâyelerin hepsini çok sevdim ama özellikle biri çok ilgimi çekti. Bu girdimde sizlere o hikâyeden bahsetmek istiyorum. Hikâyenin adı "Yalanım Varsa..." ve Gaye Boralıoğlu tarafından yazılmış. Yazımda hikâye hakkında bir özet-yorum ve yazarımız hakkında biraz bilgi paylaşacağım.

Hikâyede Boralıoğlu, on beş yaşında annesi ve babasının boşanmasından sonra neler yaşadığını anlatıyor. “Yalan”ı “Yalnızca bana ait olan, kendi zihnimde oluşturduğum, başka bir gerçeklikle örtüşmeyen kelimeler” olarak tasvir ediyor, insanlar üzerinde bıraktığı etkilerin kendisine çok etkileyici geldiğini ve yalanın tutkulu bir dünyası olduğunu anlatıyor. Aslında “yalan” konusunda bu şekilde derin düşünmesi ve ilk yalan söylediğinde altı yaşında olduğunu belirtmesi ilgimi çekti. İlk yalanını söyleme sebebi annesi ve babasının yaşadığı sorunlardı ve aslında bu kadar küçük bir çocuğun nerede yalan söylemesi gerektiğini fark etmesi ve ne yazık ki bu noktaları zamanla çok daha iyi belirleyebiliyor hale gelip yaşamını yalanlar üstüne kurması gerçekten değişik. Hikâye devam ettikçe anlıyoruz ki, tam da az önce dediğim gibi Gaye, zamanla yalan söyleme sayılarını arttırıyor. Başta sadece babasına annesiyle ilgili, sonra okuldaki arkadaşlarına eviyle ilgili yalanlar söyleyen karakterimiz anne babasının arasındaki gerginlikler çoğaldıkça gittikçe kendi içine kapanıyor ve kitaplara sığınıyor. Okuduğu sayfalar çoğaldıkça, yalanları da çeşitleniyor Gaye’nin. İçine kapandıkça dersleri de kötüleşiyor tabii… Sekizinci sınıfta sorunlar öyle büyüyor ki, ailesi defalarca okula çağrılmasına rağmen hiçbir seferinde gitmiyorlar. Ailesine aslında hiç var olmamış, “Aslı” adında bir arkadaşı olduğunu anlatıyor ve onlara kalmaya gittiğini söylediği geceler sokaklarda dolaşıyor. Yarattığı bu karakteri hayalleri ve okuduğu kitapları bir araya getirerek oluşturuyor ve okudukça karakterini besliyor. Anne babasının boşanmasının da sebebi olan “Nurcan” adındaki kadınla tanışıyor. Gaye, Nurcan’ı hiç sevmiyor; kendisini sürekli izlemesinden hep rahatsız oluyor. Aradan biraz zaman geçince Nurcan’ın sayesinde karakterinin aslında gerçek olmadığı ortaya çıkıyor ve Nurcan ona “Aslı kim, biliyor musun? Senin aslın. Sen gerçek değilsin, bir yalansın çünkü.” diyor ve o an düşündüğü Nurcan’ın ruhunu okuduğu oluyor.

 Aslında bu çok tipik bir olay; anne babası boşanan küçücük bir çocuk, yeterli ilgiyi göremediği için içine kapanıyor ve aslında çok önemli olan psikolojik problemler yaşıyor. Ailesiyse ne yazık ki bu sorunları kızları yaralar aldıktan sonra fark ediyor. Bu hikâyede benim ilgimi çeken, karakterin altı gibi küçücük bir yaştan itibaren etrafındaki her şeyi farkında olması ve bunlara göre hareket edebilmesi. Burada hem kitap okumanın insanın hayatına ne kadar çok şey kattığını; hem de bir çocuğun, bir gencin iç dünyasını, aslında ne kadar hassas olabileceğini ve büyüklerin bazen kendi dertlerine dalıp gittiklerinde aslında arkalarında nasıl bir hasara yol açtıklarını görebiliyoruz. Şu an daha tam bir yetişkin olmadığım için ben de küçüklüğümde aldığım yaraların bana neler hissettirdiklerini hala anımsayabiliyorum. Zaman geçtikçe, küçüklüğümüzde aldığımız yaralar içimizde kalmaya devam ediyor; değişense bizim küçükleri anlama yeteneğimiz oluyor. Onu yavaş yavaş kaybediyoruz. Hâlbuki içimizde hep bir çocuk yaşıyor; hala küçükmüşüz gibi hassas, kırılgan bir kalbi var. Yapmamız gereksen ise yıllar geçtikçe içimizdeki çocuğun o kırılgan kalbinin etrafında kalınlaşan duvarı zaman zaman aşarak hem küçükleri anlamak, hem de asıl içimizdekini görmek.


Yazar Hakkında


           22 Ekim 1963 tarihinde doğan Gaye Boralıoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu. Sistematik Felsefe ve Mantık üzerine master yapan Boralıoğlu; Meçhul, Hepsi Hikâye ve Aksak Ritim adlarında üç kitap yazmış, aynı zamanda Kapalıçarşı, Hırsız Polis, Bir İstanbul Masalı, Bıçak Sırtı, Üzgünüm Leyla, Zerda, Büyük Firar, İfadeler ve Eylül Fırtınası adlı yapımlarda senaristlik yapmıştır. 







Kaynaklar

  • Senaryo Yazarları Derneği İnternet Sitesi

16 Aralık 2012 Pazar

Küçük Prens

Yazar: Antoine de Saint-Exupéry 

Sayfa Sayısı: 96

Dili: Türkçe (Orijinali Fransızca)
Yayınevi: Mavibulut Yayıncılık








           Küçük Prens'in içinde yazarın onlarca sulu boya çizimi var ve hepsi kitaptaki bir olayla alakalı. Küçük Prens için resim yapmak istedim, çünkü kitabı anlatmanın en iyi yolunun yazarın çizimleri olduğunu düşündüm. Resimleri ben, Esra, Ege Can ve Ekin hazırladık.


İlke





"Dördüncü gezegen bir iş adamınındı. Bu adam işine öylesine dalmıştı ki, Küçük Prens geldiğinde kafasını bile kaldırmadı."

Resimdeki iş adamı, hiç durmadan sahip olduğu yıldızları sayar. Küçük Prens onlara sahip olup ne yaptığını sorunca zengin olduğunu, zengin olmasının da daha çok yıldıza sahip olmasını sağladığını söyler İş Adamı. Aslında yazar, burada insanların gerçek hayattaki  sahip olma tutkularını eleştirir.

İş Adamı, bir keresinde şöyle der: "... Sahipsiz bir elmas bulursan, senindir. Sahipsiz bir ada bulursan, yine senindir. Bir fikri ilk kez sen ortaya atarsan, hemen patentini alırsın; senindir. İşte, bu yıldızların sahibi de benim, çünkü, benden önce kimse onlara sahip olmayı aklına bile getirmedi." İnsanların da gerçekte yaptığı bu değil midir zaten? Bir şeyler düşünüp, ilk bizim aklımıza geldiği için patentini alıyoruz ve bizim oluyor. Birisi fikrimizi kullanmak istediğinde de para karşılığı kullanma izni veriyoruz. İş Adamı, yıldızlarının sayısını not ediyor ve bu notların yazdığı kağıtları çekmeceye kilitliyor, böylece bankaya yatırmış oluyor varlığını. Küçük Prens ise her gün suladığı bir çiçeğe ve her hafta temizlediği üç volkana sahip ancak İş Adamı'ndan bir farkı var; onun eşyalarına yararı dokunuyorken, İş Adamı'nın tek yaptığı yıldızlara sahip olmak ve sahip oluşundan dolayı mutlu olması ve yıldızlarına hiçbir yararı yok. Tıpkı bizlerin de yaptığı gibi, sadece sahip olmaktan zevk alıyor.




Bu resimdeyse Küçük Prens, bir gül bahçesine gelir. Küçük Prens'in kendi gezegeninde kendisinden başka bulunmadığını söyleyen bir çiçeği vardır ve bahçedeki güllerin kendi çiçeğinin aynısı olduğunu gören Küçük Prens, sahip olduğu şeyin sıradan bir gül olduğunu düşünür ve çok üzülür ve otların üzerine uzanıp ağlamaya başlar. Der ki: "Eşi benzeri olmayan bir çiçeğim var diye kendimi zengin sanıyordum. Halbuki, sahip olduğum sıradan bir gülmüş. Bir o, bir de bacak kadar üç volkan. Üstelik biri, belki sonsuza kadar sönmüş kalacak: Hiç de büyük bir prens değilmişim..." 



Esra

‘Küçük Prens daha sonra, her gün elimizi yüzümüzü yıkadığımız gibi küçük gezegene çeki düzen vermek için, baobab fidanlarını söküp atmayı iş edindiğini, bu işin oldukça sıkıcı olmasına karşın kolay bir uğraş olduğunu anlattı. Sonra benden, bizim oradaki çocuklara göstermem için bu olayı resimlememi istedi’
Ben de bunu resmettim; çünkü bizim oradaki çocukların baobab ağaçlarını sökmeye olmasa da işlerini yarına bırakmamak konusunda özellikle hassaslık göstermeleri gerekiyor tıpkı Küçük Prens gibi. Yoksa bu çok kötü sonuçlar doğurabilir.











-Sayın kralım müsaade buyurursanız güneşin batışını görmek isterim... Hatırım için güneşe emredin de batsın.
Kral:
-Ben bir generale kelebek olup bir çiçekten diğerine uçmasına veya bir deniz kuşu olmasını emretsem ve general bu emrimi yerine getiremese suç kimde olur, onda mı, bende mi?
Küçük Prens hiç çekinmeden:
-Sizde, dedi
-Tamam, o halde herkesten yapabileceği, yerine getirebileceği şeyi istemeli. Otorite her şeyden önce usa dayanır.
Kral otoritesinin tüm evren üzerinde olduğunu söylüyor ama onun yaptığı şey sadece zaten herkesin kendi istekleriyle yaptığı şeyleri onlardan istemek. Bu otoritenin aka dayanmasından çok kendini kandırmak; çünkü bir generale deniz kuşu olmasını emredemezsin ama ordusunu nereye yönlendireceğine sen karar verip ona emredersin. Ordusunu zaten kendi yönetiyorsa ve o ileri götürüyorsa ordusunu sen ona öne sür desen de bir şey değişmez; çünkü insanlar istediklerinin yerine getirilmesi için emir verirler. Aslında hep rastlarız hayatta kral gibi insanlara mutlu hissetmek için kendilerini kandırırlar. Ah şu yetişkinler ne garipler.












Gökçe

Bir ağaç gibi usulca yere yığıldı.
Böyle bir vücudu evine kadar taşıması olanaksızdı. Yılanla da bu yüzden anlaşmıştı Küçük Prens. Bu gece vücudunun özü evine gidecekti. Vücudu bir kabuktu sadece. Ölü gibi gözükecekti ama yalandı. Evine gidiyordu Küçük Prens. Tam bir yıl sonra.









Dikenler ne işe yarar?
Elbette işe yarar dikenler. Küçücük narin çiçeklerin amansız savaşçısıdır onlar. Çiçeğini bırakıp gelmişti Küçük Prens. Bundan dolayı biraz pişmalık duyuyordu ama geldiği gezegende gökyüzünde ki o ışıkta çiçeğinin olduğunu biliyordu.








Ekin

Yazar 1 numaralı resmini çizdikten sonra sanat şaheserini büyüklere gösterip onlara, resimden kokup korkmadıklarını sorar. Fakat ''Şapkadan kim korkar?'' cevabını alır.Ama bu bir şapka resmi değildir.Yazar aslında fil yutmuş bir boğa yılanını resmetmiştir. 
1 numaralı resmin anlaşılmaması üzerine yazar büyüklere her şeyi açıklamak gerektiğinden 
yakınarak 2 numaralı resmini çizer. ama büyükler bu resmi gereksiz bulur ve ona yılan çizmeyi
 bırakıp kendisini daha faydalı alanlarda geliştirmesini söylerler. Eğer insanlara 1 numaralı 
resmi gösterip ne olduğunu sorarsanız büyük çoğunluğu kitaptaki büyükler gibi şapka cevabını 
verir. Kitabı okumamış olsaydım ben de bunun bir şapka resmi olduğunu söylerdim çünkü 
gerçekten şapkayı andırıyor. Ama yazar bunu tamamen farklı bir şeyi fil yutmuş bir yılanı 
düşünerek çizmişti. Herkesin hayal gücü farklıdır. Psikologlar bazen hastalarına sorunlarının
 ne olduğunu anlayabilmek için karmaşık şekiller gösterirler her hasta bunu farklı bir şeye 
benzetir bu test psikoloğun sorunu anlamasına yardımcı olur.


Bence 1 numaralı resim de mürekkep testleri gibi kimisi dağ diyor kimisi şapka belki de bazısı yazar gibi düşünüyor sonuçta herkes kendine göre yorumluyor bu garip kahverengi resmi. 2 numaralı resim ise çok açık çünkü diğer resmi açıklamak için yapılmış. Kısacası yazar 2 numaralı resim 1 numaralı resmin büyüklerin dünyasına uyarlanmış, açık hale getirilmiş şekli.Buradaki büyük kavramı yaşı büyük insanları değil hayal gücünü kullanmayan insanları niteliyor. Eğer böyle biriyseniz durun ve düşünün orada bir yerlerde bir ses mutlaka bu hayatın yeterince eğlenceli olmadığını söylüyordur yeter ki dikkatle dinleyin.








Ege Can


Bu gezegen şu ana kadar gördüğüm en küçük gezegendi. Üzerinde yalnızca bir sokak feneriyle bir fenerciye yer vardı. Bu adamın diğer gezegenlerdekilere benzemediğine karar verdim. Hiç olamazsa bir şeyler başarıyordu. Feneri yakmakla, bir yıldız daha veya bir çiçek daha doğuyordu. Söndürmekle ise çiçeği veya yıldızı uyutmuş oluyordu.

Fenercinin gezegeninde her dakikada bir yeni bir gün başlıyordu. Her gece olduğunda feneri yakmak her sabah olduğunda da feneri söndürmek zorundaydı. Bu nedenle durmadan çalışıyor hiç uyuyamıyordu. Önceden gezegende günler daha uzunmuş. Fenerci sabahları dinlenip geceleri uyurmuş. Ama gezegen zamanla daha hızlı dönmeye başlamış. Sonunda gezegen dakikada kendi etrafında bir tur atıyor, gezegenin her turunda gezende bir gün yaşanıyor. Fenerciye niçin uyuyamadığı halde hala çalıştığını sordum. Bana emrin böyle olduğunu söyledi. Zavallı fenerci durmadan çalışmak zorunda. Ona verilen emre ve emri veren kişiye bağlı bir şekilde çalışıyor. Ama sanırım ona bu emri veren kişi, fenerciyi fenercinin kendisini sevdiği kadar sevmiyor. Evet emri ilk verdiği zamanlar fenerci rahatça yaşayabiliyormuş ama şimdi gezegen daha hızlı dönüyor. Bu nedenle fenerci emre uymak için uyumadan çalışmak zorunda. Bence emri veren kişi fenerciyi sömürüyor. Fenerci bunu anlamasın diye emri değil sadece koşulları değiştirmiş. Yetişkinleri anlamıyorum. Neden her zaman daha fazlası için başkalarını sömürüyor.

Eğer bu gezegende iki kişilik yer olsaydı fenerciyle dost olurdum ve güneşin batışını yirmi dört saatte bin dört yüz kırk kere seyrederdim.




15 Aralık 2012 Cumartesi

Baba ve Piç

Yazar:Elif Şafak

Sayfa Sayısı: 416
Dili: Türkçe

Yayınevi: Doğan Kitap         







Kitap Özeti

         Baba ve Piç, gayr-i meşru çocuğunu aldırmak üzere doktora giden Zeliha'nın bundan vazgeçmesiyle başlar. Bebeği aldırmayınca Asya adında bir kızı olur ve Asya'nın babasının kim olduğunu Zeliha ve ablası Banu dışında (cinlerinden "Ağulu Bey" adında olanından öğrenir ama bunu hiç kimseye söylemez) kimse bilmez. Zeliha'nın ailesi (Kazancılar) ağabeyi Mustafa dışında kadınlardan oluşur; Mustafa dışında ailedeki tüm erkekler genç yaşta vefat etmişlerdir. Mustafa ise Amerika'da Rose isimli bir kadınla evlidir ve Armanuş Çakmakçıyan adında bir üvey kızı vardır. Rose'nin Mustafa ile evlenmesinin asıl sebebi, eski eşi Barsam'dan eşinin tehcirden sonra Türkiye'den ABD'ye göçen ailesi Çakmakçıyanlar'dan dolayı boşanmış olması ve onlardan intikam alma isteğidir. Bu isteğini gerçekleştirebilmek için bir Türk'le evlenme fikrini düşünmüştür. Zaten Rose, kızına "Amy" diye hitap eder ki buradan kızına "Armanuş" adını veren Çakmakçıyanlarla arasının iyi olmadığı anlaşılabilir. 

          Armanuş, çocukluğu ve genç kızlığı boyunca hem annesi hem de babasıyla yaşayarak iki ailenin farklı fikir ve gelenekleriyle büyür. İki taraftan da gördüğü baskıdan dolayı kendi kimliğini bulmakta zorlanan Armanuş, köklerini öğrenmek üzere ailesinden habersizce üvey babasının İstanbul'daki evine gelir. Evin sahibi olan Kazancı ailesi yedi kadından oluşur; Asya, annesi Zeliha, teyzeleri Feride, Cevriye, Banu, anneannesi Gülsüm Nine ve Gülsüm Nine'nin üvey kayınvalidesi Cicianne. Kazancı ailesi, İstanbul'a gelen Armanuş'u çok sıcak karşılar, zaten Asya, Armanuş'la yaşıttır. Armanuş, orada bulunduğu zaman boyunca her fırsatta tehcir konusunu açar. Asya ve Armanuş birlikte İstanbul'u dolaşır, Şuşan Çakmakçıyan'ın kaldığı evi ararlar. Evi bulamasalar da arkadaşlıkları ilerler. Asya, Armanuş'u sıkça gittiği Cafe Kundera'ya götürür ve Armanuş, oradaki arkadaş grubu ile de tehcir konusunda tartışır.

          Armanuş İstanbul'dayken babaannesi Şuşan Çakmakçıyan ölünce gerçek ortaya çıkar; Kazancı ve Çakmakçıyan aileleri akrabadır. Şuşan Çakmakçıyan, Levent Kazancı'yı doğurduktan sonra kaçmıştır ve Çakmakçıyan ailesinin babaannesidir, bu şekilde iki aileyi birbirine bağlar. Mustafa, çok istemese de Rose ile birlikte İstanbul'a gelmek zorunda kalırlar ve Mustafa, gelişlerinin üçüncü günü ölür. Mustafa'nın ölmesiyle Zeliha kızına gerçeği açıklar: Mustafa, Zeliha'ya tecavüz etmiştir ve Asya'nın babasıdır. 


Söyleşi


“TÜRKİYE BABA ARAYIŞINDA”

Haberposta: Kitabınızın adı neden “Baba ve Piç”? Piç’in ikinci bir anlamı daha var, bunu göz önünde bulundurdunuz mu?

Elif Şafak: Türkiye, her alanda “baba” arayışında olan, her sahada “baba” ihtiyacı duyan bir toplum. Bu edebiyatta da böyle siyasette de sporda da. Ben de o egemen “baba” kurgusunu tersine çevirmek, yanına piçi ekleyerek alaşağı etmek istedim. Öte yandan “piç” kelimesinin ikincil bir anlamı var. Bilhassa bu yan anlamını düşünerek kullandım. Zira romanda anlatılan Asya’ya çok uygun bir kelime bu anlamda, o da ana gövdeden umutsuzca sapmaya çalışan bir sürgün dalı. Ama bizde daha çok piç kelimesinin birincil anlamı üzerinde duruldu. Hatta bundan çok rahatsız olanlar oldu. Oysa tuhaf olan, kitapta piç kelimesi görmeye tahammül edemeyen insanların kendi gündelik hayatlarında bu kelimeyi gayet rahat kullanıyor olmaları!

“BABAMLA İLİŞKİM YOK Kİ”

Haberposta: Babanızla ilişkinizin kötü olmasının kitap ismini ortaya çıkarttığı söyleniyor. Olabilir mi?

Elif Şafak: Babamla ilişkim kötü değil, babamla ilişkim yok ki kötü olsun. Benim için “baba” kelimesinin sözlük anlamı “boşluk”tur. Boşluk ise “kötü”den farklı bir şey. Öte yandan, elbette yazarların kendi çocukluğu, kendi benliği de sızar yazıya ama benim için edebiyat kendini anlatmanın aracı olmadı hiçbir zaman. O yüzden bu da benim hikayem değil.

Haberposta: Kadınlar üzerine gelişiyor kitap. Erkekler kitabınızda pasif. Hatta ortada yok. Kadınlar dul. Neden?

Elif Şafak: Bu benim yedinci kitabım, altıncı romanım. Her roman gerek üslup gerekse içerik bakımından birbirinden tamamen farklı. Romanlarımdan her birinin gerek içerik gerekse üslup bakımından birbirinden çok çok farklı olduklarını düşünüyorum. Zira benim hayatımın farklı dönemlerinde, farklı ruh halleriyle yazıldılar. Kendini zaman içinde tekrarlayan bir yazar sayılmam. Hayatta başıma hep bela olan tutarsızlığımın ve değişkenliğimin belki de tek faydası budur bana. O yüzden “Baba ve Piç”te bir hikaye anlatıyorum ama bu benim yol haritamın tamamını yansıtmaz ki.

Haberposta: Kadınların kadınlara çıkarttıkları zorluklardan bahsediyorsunuz. Neler var?

Elif Şafak: Türkiye ataerkil bir memleket. Ataerkil sistemlerde kadınlar erkeklerin maruz kalmadıkları bir sürü önyargıya maruz kalıyor ve daha derin bedeller ödemek durumunda kalıyorlar. Ne var ki çok bedel ödeyen insanlar bazen sirkeleşir, katılaşır. Kendileri de başkalarına karşı önyargılı hale gelir. Yani kendisine yapılanı başkasına, benzerine yapar. Kadınlar birbirlerine çok zarar verir. İncindikleri yerden incitirler.

“AŞURE’NİN İÇERİĞİ KOZMOPOLİT, TÜKETİMİ KOLEKTİFTİR”

Haberposta: Kitabınız bölüm başları aşure tarifi oluşturuyor. Neden aşure?

Elif Şafak: Aşure benim için önemli bir metafor. Aşurenin içinde onlarca ayrı malzeme vardır, hem ortak bir lezzet yaratırlar hem de kendi farklılıklarını muhafaza ederler, asimile olmazlar. Kozmopolitlik için bir metafor olarak kullandım.

Tabi bir de şu var. Aşure, krem brule değildir. Öyle oturup tek başınıza yemezsiniz. Her zaman paylaşımın sembolü olmuştur aşure, başkalarıyla beraber yenir, konu komşuya, hatta çok iyi tanımadıklarına da dağıtılır. İçeriği kozmopolit, tüketimi kolektiftir. Bu anlamda da benim için önemli bir metafor.

Haberposta: Narı metafor olarak kullanıyorsunuz. Açıklar mısınız?

Elif Şafak: Nar Ermeni kültüründe de Türk kültüründe de önemli bir simge. Bereketin, kadınsılığın, doğurganlığın, çoğulluğun ve çoğulculuğun simgesi. Bana göre narın çatladığı, yarıldığı an, kozmopolit Osmanlı toplumuna milliyetçi ideolojilerin sirayet ettiği andır. Ondan sonra nar taneleri bir daha toplanmamak üzere dağıldılar.

“KELİMENİN ESKİSİ OLUR MU?”

Haberposta: Yurtdışında iki – üç yıl geçirenler bile kırık bir Türkçe ile konuşurken siz çoğumuzun bugün kullanmadığı kelimeleri kullanıyorsunuz. Neden?

Elif Şafak: Dil benim için ta başından beri bir sevda. Bir Kabalacı mistik ya da Hurufi kadar düşkünüm harfe. Öztürkçecilik akımını açıkça eleştiriyor, kaybolan Osmanlıca kelimelerin bıraktığı boşluğu görüyorum. Dilde ve kültürde süreklilik olmalı bir toplumda, yoksa bilgi ve kültür birikimi bir kuşaktan bir kuşağa akamaz. Bizde de öyle oldu. Ben eski kelimeleri kullandığım için çok eleştiri aldım ama kelimenin eskisi olur mu? Öte yandan İngilizce yazdığım için de çok eleştiri aldım. Çoğullukları korumak benim için daimi bir mücadele. Hem Türkçe hem İngilizce yazabilirisiniz, illa ki “biz” ve “onlar” tanımları içine sıkışmak zorunda değiliz. Sanatın işi bu tanımlar arasında tercih yapmak yerine bu tanımları bulandırmak bozmaktır.

"FRANSIZ VATANDAŞLIĞINA İHTİYAÇ DUYMADIM"

Haberposta: Fransız vatandaşlığı alabilirdiniz isteseydiniz neden almadınız?

Elif Şafak: Evet Strasbourg doğumlu olduğum için bu olabilirdi ama zaten ben doğduğumda o dönem annemle babam ilgilenmemiş başvurmamışlar. Daha sonra ben kendim kovalayabilirdim bu işin peşini, ben de öyle bir gerek duymadım açıkçası.

Haberposta: Yurtdışından Türkiye nasıl görünüyor?

Elif Şafak: Nereden baktığınıza, kime sorduğunuza bağlı. Ama genellikle iki akıntıya bölünmüş bir memleket gibi görünüyor. Bir tarafta AB rüzgarıyla hız alan kozmopolitler, liberaller, açılım yanlısı olanlar, ulus-devletin sınırlarına sığmayanlar. Öbür yanda kapanmak arzusunda olan milliyetçi-muhafazakar çizgi ve onun ürettiği korku politikası. Bu ikisinin arasındaki güç dengesini yakından takıp ediyor Batı medyası.

Haberposta: Kitabınızda diaspora Ermenisi bir aile var. Sizin Ermeni arkadaşınız var mı? Etkilenme yaşadınız mı?

Elif Şafak: Elbette çok Ermeni arkadaşım var. Hem Türkiye Ermeni’si hem diaspora Ermenisi. Bu iki kesim arasında önemli algı ve bilgi farklılıkları da var elbette. Ben bu romanı yazarken pek çok ailenin evine davet edildim, hayat hikayelerini araştırdım, yemeklerini yedim, gündelik hayatlarını gözlemleme imkanı buldum. Bana güvenen ve benimle aile hikayelerini paylasan bunca insana çok şey borçluyum. Ama aynı zamanda Türk-Müslüman ailelerin hikayelerini de topladım. Her ikisi de sızdı romana.

Haberposta: Bu roman için tehciri yaşamış insanlar ile görüştünüz mü?

Elif Şafak: Tehciri bizzat yaşamış kuşaktan geriye çok az insan kaldı. Ama geçmişte onlarla yapılmış mülakatları, sözlü tarih çalışmalarını izledim kaset kaset. Torunları ve çocuklarıyla konuştum. Kendi yazdıkları kitapları, anıları ve mektupları okudum.Bu romana epey bir sözlü ve yazılı kültür araştırması eşlik etti.

Haberposta: 18 Mayıs’ta Fransız Parlamentosu’na Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili olarak bir tasarı gündeme geldi. Siz de Libération’da bir bildiriyi yayınladınız. Neden?

Elif Şafak: Her şeyden evvel düşünce özgürlüğünden yana olduğum için imzaladım. Düşünce özgürlüğü tepeden inme yasalar aracılığıyla devletler tarafından kontrol edilemez. Nasıl ki “Türkiye’de soykırım olmuştur” diyenlerin ifade özgürlüğünü savunursam Fransa’da da soykırım olmamıştır diyenlerin ifade özgürlüğünü savunurum. Yasakçı zihniyete Türkiye’de de karşı çıkarım Fransa’da da. Düşünce ve ifade özgürlüğünde çifte standart olmaz. Tarih resmi ideoloji tarafından yazılamaz. Ayrıca böylesi bir yasa Ermeniler ile Türkler arasındaki diyalog girişimlerini baltalayacaktır. Bense diyalogun peşindeyim.

Haberposta: Sizce soykırım mı tehcir mi?

Elif Şafak: Ben soykırım kelimesini kullanmıyorum. Yarardan çok zarar veriyor bu kelime. “Tehcir” kullanıyorum. Yalnız şu da var; biz genellikle tehcir kelimesini hafife alıyoruz, sanki yürüdüler gittiler gibi. Öyle değil yol boyunca yaşanan insanlık dramını görmek lazım. Aç, susuz, parasız ve korunmasız yürümek zorunda kalan kadınların, çocukların, hastaların oluşturduğu bir kafile, yol boyunca sapır sapır dökülen. Yer yer yaşanan katliamlar. Bu dramı görmek lazım. Kavramlar değil önemli olan, bu acının yasını tutmak önemli.

Haberposta: Türkiye’nin “soykırım”ı tanıması iki toplum arasındaki buzlar eritir mi?

Elif Şafak: Türkiye’nin hamasetten ve aşırı milliyetçi reflekslerden kaçınarak, insanı temel alan bir yaklaşım geliştirerek, 1915in acısını yüreğinde hissettiğini söylemesi, bu yası paylaşması her iki toplum arasındaki buzları eritir.

"TÜRKİYE ÇIKMAZ SOKAKTA İLERLEMEYE ÇALIŞIYOR"

Haberposta: Türkiye’nin tasarıya bakış açısındaki hataları ne?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir bu konuda bir çıkmaz sokakta ilerlemeye çalışıyor. Uzun yıllar boyu esas Ermenilerin Türklere soykırım uyguladığını ispat etmeye çalışmakla kendini bu çıkmaz sokağa soktu. Bu yüzden hem uluslararası alanda yalnız kaldı hem de kendi vicdanıyla buluşamadı. Hem dışarıda yalnız hem içeride çorak kaldı.

Haberposta: Soykırım iddialarına Fransa’nın yaklaşımı insan hakları çerçevesinde mi? Politik mi?

Elif Şafak: Elbette politik. Ama Fransız toplumunu da yekpare zannetmemek lazım. Orada da bu uygulamayı açıkça eleştiren pek çok ses var sivil toplumdan, akademilerden entelektüellerden yükselen sesler.

Haberposta: Türkiye sizce ne yapmalı?

Elif Şafak: Türkiye senelerdir girdiği çıkmaz sokaktan ayrı bir güzergaha acilen ihtiyaç duyuyor. Bu da sayıları ya da kavramları tartışarak olmaz. Hamaset söyleminde çıkmak zorundayız. Daha insani düzlemde, insan temelli bir söylem tutturarak bir adım atmak durumundayız, biz hatırlarsak ancak karsı tarafın unutmasını bekleyebiliriz. Türkiye bu adımı attığında çok şey değişecektir. Eğer bu insancıl dili geliştirebilirsek hem uluslararası arenada saygınlığımıza hem içeride vicdanımıza kavuşur hem de Ermenilerin çoğuyla yeniden diyalog kurabiliriz. Bu diyalogdan hoşlanmayacak az bir kesim kalacaktır geriye: her iki toplumun kıyısında birbirini körükleyen Ermeni ve Türk milliyetçileri kalacak, onlar da marjinalleşecektir.

Serdar Korucu, haberposta.com, 22.05.2006

Aşure Tarifi
          
          Elif Şafak, kitabında aşureye bol bol yer vermiş. Öyle ki, kitaptaki bölümlerin isimlerini birleştirince aşure malzemeleri ortaya çıkıyor. Ben aşureyi bu yıl keşfettim; şimdi de aşure ayındayız diye tarifi paylaşmak istedim. Bu tarifi hiç denemedim -anneme denetmedim desem daha doğru olur aslında- ama deneyenler beğenmişler. :)

Aşure Tarifiniz Bizden          “Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca Mustafa Kazancı aşureyi bütün tatlılara üstün tutmuştu. Eğer o korkunç Amerikan fast-food ürünleri, yeme alışkanlıklarını hepten bozmamışsa en sevdiği tatlının onu buzdolabında kase kase beklediğini görünce kim bilir nasıl sevinecekti. Belki de aşure sayesinde yitirdiği o aile sıcaklığını yeniden edinecekti. Hayat burada hala aynıymış ve bıraktığı yerden devam edebilirmiş gibi.
        Aşure devamlılığın ve istikrarın simgesiydi; ne kadar sarsıcı, nasıl vahim olursa olsun, her fırtınadan sonra elbet gelecek olan güzel günlerin, açacak güneşin simgesi.
        Gülsüm Nine malzemenin çoğunu bir gün önceden suya basmıştı, şimdi de pişirmeye hazırlanıyordu. Dolabı açıp koca bir kazan çıkardı. Aşure pişirmek için mutlaka kazan gerekirdi.

Malzemeler:


½ bardak fasulye
1 bardak buğday
1 bardak pirinç
3 bardak su
1/3 bardak kuru üzüm
1/3 bardak kuru incir
1/3 bardak kuru kayısı
½ bardak portakal kabuğu
½ bardak kabuğu soyulmuş badem
½ bardak antepfıstığı
½ bardak çam fıstığı
½ bardak fındık
1 ½ bardak şeker
1 tatlı kaşığı vanilya
2 çay kaşığı tarçın
½ bardak nar
2 çay kaşığı gül suyu

Hazırlanması:

Malzeme bir gece önceden ayrı kaplarda suya basılır. Fasulyeler bir kaba konup bir gece soğuk suda bekletilir. Buğdayla pirinç iyice yıkandıktan sonra suya basılır. İncirler, kayısılar ve portakal kabukları ½ saat sıcak suda bekletilir sonra süzülür ve süzülen su saklanır; kıyılır, kuru üzümle karıştırılıp bir kenara konur.
Pişirmesi:
    Fasulyeler soğuk suya konur. Yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat kaynatılır. Bu arada 2.5 litre su kaynatılıp içine buğday ve pirinç atılır, kısık ateşte ara sıra karıştırarak yumuşayana kadar, yaklaşık bir saat pişirilir.
     Meyvelerin saklanan suyu, şeker, dövülmüş fındık, çam fıstıkları kazana eklenir ve sürekli karıştırılarak orta ateşte kaynatılır. 30 dakika kadar. Karışımın helmelenmesi beklenir. Vanilya, kuru üzüm, incir ve kuru kayısı eklenerek 20 dakika daha sürekli karıştırılarak kaynatılır. Altı kapatılıp gül suyu eklenir. Aşure bir saat kadar oda sıcaklığında bekletilir. Üzerine tarçın serpilir, soyulmuş badem ve narla süslenir.”




12 Aralık 2012 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna

kurk-mantolu-madonna20120404172355.jpg (270×418)
Yazar:Sabahattin Ali


Sayfa Sayısı: 164

Baskı Yılı: 2012

Dili: Türkçe

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Karakter Analizi: Raif Efendi

         Raif Efendi, romandaki asıl hikâyenin anlatıcısıdır. Kendini anlatırken her zaman sessiz ve beceriksiz, hayalci ve çekingen olarak anlatır. Kitabın birden fazla yerinde “kadınsı” olarak nitelendirilir ancak bu “kadınsılık” efeminelikten çok davranışlarında içine kapanık olmasından, bir şey yaşadığında ağlamasından kaynaklanır. Romanın başında Raif Efendi’nin şimdiki hayatı anlatılırken ailesiyle ilişkilerinin çok iyi olmadığı, Raif Efendi’nin etrafında insanlar olduğu zamanlarda bile yalnız olduğu görülüyor. Aslında, kendisi oldukça iyi bir resim yeteneğine sahiptir ve bazen kendini bu şekilde ifade eder ama etrafındaki kimse onun böyle bir yeteneği olduğunu farkında değildir ve bu duruma sebep olan da yine kendisidir; kendini ifade ettiği resimlerini ne etrafındakilere ne de Sanayii Nefise mektebindeki hocalarına gösterir. 

         Maria Puder, onun gerçek anlamda ilişki yaşadığı ilk kişidir; yalnız kaldığı zamanlarda günlük hayatında kaçtığı kadınlarla hayallerinde sevişir ve bu yirmi dört yaşına kadar devam eder, yani Maria ile tanışana kadar. Aslında Maria Puder'la yaşadığı aşkın en önemli sebeplerinden biri de Maria'nın karakteristik özelliklerinin çoğunlukla Raif Efendi'nin tersi olmasıdır. Örneğin  Maria, kendisinin "erkek gibi" bir kadın olduğundan yakınan biriyken, Raif Efendi her zaman biraz "kadınsı" olarak nitelendirilmiştir; zaten Maria da onda biraz kadınlık olduğunu söyler. Maria, resimlerini sergileyen bir ressamken, Raif Efendi yaptığı çizimleri tek bir kişiye göstermekten bile kaçınır. Bu nedenlerden dolayı birbirlerini tamamlarlar. 



          
          Bu şarkıyı kitap hakkında araştırma yaparken buldum, kitabın melodik bir özeti de diyebiliriz aslında. Umarım beğenirsiniz. :)



Kaynaklar: